3.2.14

Vurun Vurun Ölmedi!

Nasıl döverek öldürebilir bir insan bir insanı, ne denli bir suç işlemiş olması lazım ki o kadar gaddarlaŞtırabilsin
karşısındakini ? ''Ağaçları kesmeyin,Özgürlük istiyoruz,Avm istemiyoruz'' diye slogan atmış olması,bu yüzden yollara
düşmesi yeterli midir bu gaddarlaşmaya? 
        
      ''VURMAYIN ÖLDÜM'' diyene bir tekme daha atmak nasıl bir kansızlıktır.Ellerine silah alıp tektek vursa o anası
babası sizi,biz ''katil'' diyebilir miyiz o anaya,babaya? Hala süren duruşmada suçsuz çıksanız,siz o ellerinizle evlatlarınıza
lokma yedirirken katlettiğiniz çocuk gelmez mi aklınıza ? 

      Şaşırdınız mı bugün öldürdüğünüz delikanlı için, birsürü delikanlıyı dirilttiğinizi görünce? Öyle olmuyormuymuş o işler? Birini 
vurunca bini mi geliyormuş insanın üstüne? Size de sağlık olsun, gaddarlığınıza da sizler olmasanız Ali'lerin,Deniz'lerin elmas gibi
yürekleri bu denli parlayamazdı. Hiç tanımadığımız bu adamları, en yakınımız gibi sizin sayenizde yüreklerimize kazıdık. 2 kardeşten 3
kardeş oldu kimimiz, kimimiz 4ken 5, sağolun. 

      Rahat Uyu Ali... 

      En büyük KORKUN KORKMAK olsun hep, Ali İsmail KORKMAZ.Biz korktuk,ben korktum o gazlardan.. Ben güvenli caddemde 2 saat yürüyüp evime geldiğimde sen benim ve tüm korkanların adıma da Korkmadan girdin o sokağa. Korkmadan ebediyen kaldın orda.Şimdi çok korkuyor sokaktaki insansılar,dinleri titriyor.Korktukları mezar kadar dar bir yer değil daha geniş,senle hiç kıyaslanamazlar,sen 
KORKMA ALİ...

11.1.14

Nameste

Buda şahidim olsun ki yeni bir ''meditasyon'' keşfettim.

Çağımızın hızı,gürültüsü,cümbürtüsü,sövülesi gündeliğinde kah yoga yaparak başımızı arşa deydiriyoruz kah spor yaparak.
Psikologlardan daha çok talep var alternatif ''stresi yok et'' yöntemlerine,meditasyonlara.

Yorulmuşuz zaten kendimizi anlatmaktan,anlaşılmamaktan.. Psikologlar abimler/ablamlar da nihayetinde insan ''ya bu da anlamassa
lan'' hissine kapılıp ona da boşa konuşmak istemiyoruz. Haybeye kürek çekme kontenjanımız full + full.
Meditasyon Mis,Rahat. Dırdırı yok, akarı yok kokarı yok. Anlatıcam derdi yok,anlatmak yok.
Sessizlik,sessizlik.. Ne kadar sessiz kalır ne denli derinine inebilirsin bilemem,senin belindeki ipe bağlı.
Ama ne olursa olsun kendini dinlemek,kulaklarını kapatmak insanı gerçekten rahatlatır.


Ben size yepyeni bir formül söylemiycem, sadece Farkındalık önericem. Ve öneriyorum..........;Bam!!

''Çocukları İzleyin!''

Her an her yerde, en doğal ve en yapmacık (ki yapmacıkken de inanılmaz natureller) izleyin onları. İçinize dönmek için meditasyon yapıyorsanız en içinizde zaten 5 yaşındaki siz varsınız. Ve her çocuk az ya da çok birbirine benzer. Kendinizi izler gibi izleyin. Bir dönem, ki uzunca bir dönem, öyleydiniz. Kaygının olmadığı bir hali izlemek bence stresi öldürüyor. Sanki düşme riski yokmuş gibi yalpalayarak koşan bebek , ''büyüyünce ne olucaksın?'' sorusuna ''Tavşan olucam'' diye yanıt veren Dişlek çocuk, babasına evlenme teklifi eden kız çocuğu, abajurün arkasına geçip sadece kafasını saklayabilen ama görülmediğini düşünen birilerini izlerken bile kafanız boşaltamıyorsa, minik bedenlerindeki kocaman deli ruhlarına ''ben bu kızla evlenmek istiyorum'' demelerine,uzun zamandır kaybettiğiniz şaşırma ve hayret hissiniz uyanmıyorsa, uyanmıyorsaa BANANE! yapıcak bişey yok. Demek bu yöntem size uygun değil.

Zaten bende asrın tespitini yapmamıştım, kafama göre yazıyorum.
Yada anne olma yaşım geldi bebekler dikkatimi çekiyor.Bilemem. Bilemezsiniz, bilseydiniz ödünüz kopardı.
Sevgiler, saygılar.  

8.1.14

Başımdan Geçen Bir Trajedi

- Abi, yarın sabah dükkanı sen açabilir misin? Sabahtan halletmem gereken işler var da... - İyi tamam.
Kevork, Rum kökenli bir aileden geliyordu. 6-7 Eylül olaylarını yaşamış ama vatanını terketmemişti. Gençliğinde, İngiliz Büyükelçisinin kızına gönlünü kaptırmış, evlenmiş ve bu evlilikten bir kızı olmuştu. Sonradan bu evlilik istediği gibi gitmedi. Büyükelçinin görev süresi dolunca tası tarağı toplayıp göçtüler. Bir daha kızını hiç göremedi Kevork. Bu olaylardan sonra akli dengesi yavaş yavaş bozulmaya başladı ve mal varlığının tamamına yakınını Rum vakıflarına dağıttı. Zaten bir kuzeninden başka kimsesi yoktu. Bir evi ve bisikleti vardı sadece.
Yanımda çalışan personele sabah izin verdiğim için dükkanı ben açtım sıcak bir günde. Sokakta dikkatimi çeken ilk şey, karşı kaldırımda bir ağacın gölgesinde duran bir polis memuru ve karalar giyinmiş bir yaşlı kadındı. Dükkanın önüne masa ve 2 adet sandalye çıkardıktan sonra kadına " Lütfen böyle oturun " diye seslendim. Kadının ağladığını ancak yaklaştığında farkedebilmiştim. Hemen bir bardak su getirip , kadına ikram ettim. Polise de sordum ama oruçlu olduğunu söyledi.
Kısa bir tanışma konuşmasından sonra yan binamızın en üst katında oturan Kevork'un kuzeni olduğunu ve bu sabaha karşı öldüğünü öğrendim. Hayat işte.
Yaklaşık yarım saat sonra cesedi incelemek üzere Savcı geldi. Savcı incelemeyi yaparken iki personelin olduğu Adli Tıp aracı ve vakayı yürütecek olan Asayiş polis ekibi geldi. Yukarıda işlemler sürüyordu ben ise polis ekibin amiri Komiser ile Gezi Direnişini konuşuyorduk. Bir süre sonra Savcı işini bitirip gitti. Cenazeyi, Adli Tıp Aracına yükleyip otopsisi yapılmak üzere Adli Tıp Merkezine götürmek kalmıştı sadece. Bu esnada Komiser, benden de yardım istedi. Komşuluk vazifesini gerçekleştirmek üzere mavi steril muayene eldivenlerini giyip, 1 Komiser, 2 polis memuru, 2 Adli Tıp görevlisi, 1 Yunan Konsolosluğu çalışanı ile beraber yukarı çıktık.
Akıl sağlığı kısmen bozuk, yalnız yaşayan ortalama bir kişi için Kevork'un evi, çöp evden halliceydi. Sevindirici olan ceset yeni bulunduğu için çürümeye başlamamıştı. Görevimiz Kevork'u ceset torbasına koyup aşağıya indirmekti. Polis memuru, Komiser'e dönüp " Gomserim, kusucam galiba orucum bozulcak" deyip aşağıya indi. Zaten en başta Merhum Kevork'u gören Adli Tıp görevlisi çoktan arazi olmuştu.
Adli Tıp görevlisinin arazi olduğumu farkeden Komiser, diğer Adli Tıp görevlisiyle aralarında şöyle bir sohbet geçti - Nerede lan senin eleman?! - Komiserim bulsam sikecem belasını zaten
Bu konuşmadan sonra Komiser de olay yerini terketti. Cesedi taşımak üzere ceset torbasına koyduktan sonra 1 Adli Tıp Görevlisi, 1 Polis Memuru, 1 Konsolosluk görevlisi ile ben kalmıştık.
Asıl iş şimdi başlıyordu. Cihangir'in; o dar, o eski, o küf kokulu apartman merdivenlerinden dağ gibi bir adamı indirmek oldukça güçtü. Ben ve Adli Tıp görevlisi, cesedin baş tarafını tutarken cesedin ayak kısmını da Polis Memuru ile Konsolosluk Görevlisi tutuyordu.
Zar zor bir kat aşağıya indik ama daha iki kat vardı. İndiğimiz birinci katın ardından korkulan oldu ve ceset torbasının tutamaç yerleri koptu. Kopmasıyla birlikte dengemiz bozuldu ve Merhum'un kafasını, apartman merdivenlerine vura vura yarım kat aşağı indirdik. Bu dengesiz durum devam ederken ceset torbası yırtıldı ve kalan merdivenleri Kevork'un göbeğine ve göbeğinin bir karış aşağısında bulunan pipisine baka baka indirdik.
Bu duruma oldukça sinirlenen Konsolosluk Görevlisi, Adli Tıp Personeline yarım yamalak Türkçesiyle " Ayiiiipp Ayiiiilpp !!" Diye bağırdı. Bu bağırmanın altında kalmayan Adli Tıp Görevlisi " Ne ayıbı amuğa goyum! Dönmüyo adam görmüyon mu?" diye bağırdı. Benim de içimden " Ulan heralde dönmeyecek, ölü adamı ikna mı edeceğiz aşağıya kendi insin diye?" şeklinde bir düşünce geçti.
Bundan sonra yapılacak tek şey kalmıştı. Aşağıdan yeni bir ceset torbası getirilecek ve mevcut ceset torbasıyla birlikte içine konulacaktı. Bu işlemi gerçekleştirdik ve rahmetliyi, araca yerleştirdik. Başta Madam Eleni ve Konsolosluk görevlisi teşekkür etti. Komiser, " Gezi'den içeri alırsak beni bul " dedi. Adli Tıp Personelleri siklemedi bile.
Güzelce elimi ve yüzümü yıkadım. Akabinde bir kutu ıslak mendil bitirdim. Karnım ölesiye açtı ama yemek yiyesim yoktu.
Kaldırımda sigara içerken bir kadın geldi ve " Rahmetli Kevork'un kapısı açık kalmış, rica etsek kapatır mısınız? Ben çok korkuyorum" dedi. Sert bir şekilde yüzüne baktım ve " Olur " dedim. Kapıda parmak izim kalmasın diye eldiven taktım. Çünkü 1. kapıda parmak izim kalacaktı. 2. Zaten adamın kafasını, merdivene vura vura yamyassı ettik. 3. Ertesi gün gazetelerde manşet: " Ramazan gününde bir Rum öldürüldü." 4. En kötüsü adım " Faşist Katil'e çıkacaktı "
Sonraki bir kaç günüm, cenazenin nereden kalkacağını soran Rum Cemaatinden olan kişilere söylemekle geçti....
Geçenlerde bizim Personel mesaj atmış " Abi, karşı binada birisi ölmüş, 3. gün sonunda farketmişler. Mahallede gözler seni aradı" diye.
Cevap verdim " Ceset köpeği miyim ben amına koyim?"

Bir Tarih Şeysi

Bir dönem Ankara'nın kuzeyinde bir şantiyede boş beleşlik şefi olarak çalışmışlığım vardır. Litvanyalılarla tanışmam o dönemlere rastlar.
Ahmet Abi, Tokatlı sarı bir çiyandı. Ufak tefek bir adamdı. Bir gün şantiye olarak paraya sıkıştık. E para da bitince insanların nedense birbirlerine ibnelik yapacağı tutuyor. Bu meseleyi kafasına inanılmaz takmış olan Ahmet Abi'nin karısı memlekette hasta yatıyordu. O, ben, şantiye şefi parasızlıktan kafayı sıyırmak üzereydik. Bir türlü hakedişler gelmiyor. Öğlenleri ben şehre inip tavuk ekmek yaptırıyorum. Halbuki bir dönem üç el arabasını yan yana dizer arşidük boyu mangal yapardık. Böyle bir ortamda Ahmet abi içlendi.
“Ben bu litvanyalıların amına koyiim” diye of çekti. Ortamda bulunmakta olan ben ve şantiye şefi birbirimize baktık. Tamam, dedik, Ahmet abi sonunda kafayı sıyırdı. Nerede olduğundan tam olarak emin olmadığı, ihtimalle varlığı bile şüpheli bir ülkenin amına koyuyor.
Ben “Abi durup dururken elin Litvanyalısının niye amına koyuyorsun? Derdin nedir Litvanyalılarla?” diye sormuşken şantiye şefi olan arkadaşım, ki kendisine Gospel Emre derler, olayı benden önce çakmıştı.
“Lidyalılar olmasın o Ahmet abi?”
“Orospu evlatları”
Kısacası anlatmak istediğin karşısındakinin anladığı kadardır, yanlış bile anlatsan.
Bu sebeple burada anlatılanlar, anlatılacak olanlar, yanlış veya doğru, her türlü anlayışa açıktır.
Dinimi, tarikatimi sorarsanız Edebiyat dininin Salingeri tarikatinindenim. Korkutmak gibi olmasın. Cemaatimizdeki suikastçileri saymama gerek yok her halde. Ben suikastçi değilim. Sabotajcıyım. Özsabotajcı. Kendi kendine sabotaj. Evde yap sabotaj.
Haikuları çok severiz.
Şantiyede bir tane gençten çocuk vardı. Söylediklerini hiçbir zaman anlamıyordum. Onunla evrensel işaretleri kullanarak anlaşmaya karar verdim. Zamanla o da buna alıştı. Çadırda çay demlemişler. Beni de çağırıyordu örneğin. Bir avucunu açıp öteki elini üstünde döndürüyordu. Buraya kadar herşey tamam ama ne olduysa telefonunu üst üste beş kere düşürdükten sonra oldu. Hatta bir kere ikinci katta aşağıdaki kum yığınına bile düşürdü. Bir kez daha düşürünce ben buna “Arif Erdem'den bile daha çok düşüyo lan” telefonun dedim. Ben kendi esprime katıla katıla gülerken o hiçbir şey anlamıyordu. Arif Erdemi tanısa gülerdi. Nokia'ları da sapasağlam yapıyolar bu amına koydumun Litvanyalıları. (Finlandiyalı da olabilirler. Emin değilim)
Bir gün bir arkadaşı dedi ki, “Ben bu adam laf anlatmaktan vazgeçtim. Anlaşamıyoruz. Ya bu çocuk söylediğim hiç bişeyden anlamıyo şefim. Türkçesi kötü. Kürtçesi daha kötü, inanır mısın?”
Kısacası, bazen derdinizi anlatmaya kelimeler, hareketler, resimler, gözler, kaşlar yetmez.
Bu, daha çok, aşıksanız olur. Eğer aşık olmuşsanız bilirsiniz bu hissi. Anlatamıyorum lan işte.
Akşam olunca, şantiyeden Ankara'ya dönünce, Atakule'nin ışıkları yandığı vakitlere doğru bana bir kız yıldaşlık ederdi. Oturur beraber yılardık.
Ben aslında romantik adamımdır. Bakmayın küfürlü yazdığıma. Ortamın gereği o. Küfür burjuvazinin ağzında bir lağımdır. Emekçinin ağzında bir çiçektir. O kadar romantiğimdir ki, mesela bir neslin tamamen Sting yüzünden doğduğuna inanırım.
Hem salinger'ciyiz, hem romantiğiz dedik. Merhaba ve bu nedenle yazdıklarımı fazla okumayın.
Efendim, nacizane bir haiku ile kapatmak istiyorum:
Sen gülme Sen gülünce Kalbimin amına koyuluyor...

6.1.14

Merhaba Milenyum

1999 yılının son aylarında yeni bir kavram ile daha tanışıyorduk.

‘’ Merhaba Milenyum ‘’ 
Aslında biraz dikkatli bakınca yeni milenyumun 1996 ya da 1998 yılından çok bir farkı yoktu. Herkes milenyumu konuşurken öteki tarafta uluslarası bir araştırma şirketi son 2 milenyumun en iyi iki iletişimcisini seçmişti. Sonuç, belli bir kesim haricinde memnuniyet vericiydi. En iyi iki iletişimci Hz. İsa ile Hz. Muhammed olmuştu. Sembolik olduğu için ödülü almaya kimse gitmemişti, hatta ödül neydi onu bile bilemedik. Şu anda en az 5 milyar kişiye ulaştıkları için ödülün tarafsızlığından şüpheniz yok.
Biraz daha politik olmayı deneseler, tarih aralığını biraz daha uzun tutsalar, mesela son 3 milenyum deseler, bu ödül 3 kişi arasında paylaştırılacaktı. Hz. Musa da listeye dâhil olacaktı. Bu sayede ne şiş yanacaktı ne de kebap. 
Pekâlâ, Hz. Musa iyi bir iletişimci miydi? Bana kalırsa kesinlikle hayır. Çünkü Hz. Musa kekemeydi. Konuşma ve dolayısıyla iletişim problemi vardı. Bu sayede müdür yardımcılığı gibi bir peygamber yardımcılığı kadrosu olmadığı için Hz. Musa’nın isteği üzerine ağabeyi Hz. Harun da peygamberliğe getirildi. Aslında Hz. Musa’nın insan ilişkilerinde başarılı olamadığını anlatacağım şu hikâyede görebilirsiniz. Doğruluğu kanıtlanmadığını da ayrıca belirtmek isterim.
Nil nehrinin kenarında çamaşırlarını yıkayan bir adamı seyreder Hz.Musa. Adam elbiselerini yıkarken kendine göre Tanrı’ya sevgisini sunmaktadır. ‘’ Ey Allah’ım senin de gömleğin olaydı da, aha böyle çitileye çitileye yıkayaydım’’ der. Bu lafları işiten Hz. Musa çok kızar ve ‘’ Höst ulan ayı! Hiç Allah’ın gömleği mi olurmuş?’’ diye bağırır bu garibana. Tanrı ise Musa’ya ‘’Beni kulum nasıl sevmek isterse öyle sevsin’’ der.
Oysa benim 3,25 miyop gözlerim, bir mezarlık ziyaretine elinde balonla katıldığı için babasından azar işiten, tartaklanan küçücük bir çocuk gördü. Şefkatli tokadım, o adamın yanağını okşamadıysa belki de o küçük çocuğun psikolojisini düşündüğü içindir. Şeytan bile utandı o an kendinden. ‘’ Bu kadarını ben bile yapamazdım’’ dedi. Şeytan, o 15 dakika sonra patlayacak olan balonu kıskandı. Şeytan zayıf düştü ve yobaza yenildi. 
Yobaz, Tanrı’nın baş düşmanı oldu. 
Yeni milenyumun iletişimcisi Yobaz oldu.
En kötüsü balona oldu. 

Patladı.